Bu Blogda Ara

21 Ekim 2011 Cuma

Olmuyorsa Zaten Olmaz

Hani Hz. Mevlana demiş ya bir şeyi çok istediğin halde olmuyorsa ya olmaması gerektiğindendir ya da daha iyisi olacağındandır diye, işte durup düşündüğünüzde aslında hayatınızın tam olarak da bu sözün etrafında şekillendiğini görürsünüz. Nefes aldığımız müddetçe sürekli didinip dururuz. Hedeflerimiz uğruna daima çabalar dururuz. Uzak da olsa o hedef, o kadar uğraşırız ki onu yakına getirmek için. Tabi bunlarla ilgilendiğimiz sürece de hiç farkında olmayız kaçıp giden günlerin. Bir maratonun ortasındaki koşucular gibi. Nefes bile almadan, durup dinlenmeden, düşünmeden sürekli koşarız. Hedefe ulaştığımızı düşündüğümüzde ya da gerçekten ulaştıktan sonra onu yitirince, işte o zaman geriye dönüp bakmak gelir aklımıza. Ne kadar zaman kaybettiğimizi fark ederiz, geçip giden günlerimizi, uğruna harcadığımız diğer fırsatları, o süre içerisinde diğer insanlarla olan ilişkilerimizi. Bunların hepsini bir masaya oturtsak hepsinin de sonunda birer birer bizi terk ettiğini, düşündüğümüzde anlarız. Belki de körü körüne bağlanmamış olsaydık o uğraşa, kaybımız çok fazla olmayacaktı. Şu kısacık ömrümüzün o değerli anları çalınmayacaktı. Bu sebepledir ki uğruna savaştığımız olaylar döngüsü için en başta kör olmamak gerekir. İstediğin zaman bir adım geri atıp artısını eksisini görebilmek gerekir. Elbette ki hiçbir şey için savaşmayalım, kılımızı bile kıpırdatmayalım demek değil bu. Savaşalım, sonuna kadar gidelim gerekirse. Ama sadece gerekirse. Sonunda umut varsa. Gerçekten değeceğini düşünüyorsak. Ama bizler insanoğlu değil miyiz zaten? En sonunda yine hata yapmaya mahkûm olmayacak mıyız? Kısacası hatalar da, yanlışlar da bizim değil mi? Sonuna kadar gitmesek ya da o elimizden yitip gitmese anlayabilecek miyiz en başından sanki değeceğini? Tecrübeyle sabitlemedikçe neyin doğru olduğunu bilebilecek miyiz? Madem şu yazı içerisinde bile bir ikilemde kalıyoruz, o zaman ne yapmalı insanoğlu, ne yapmalı da hem bu sözü hem de yaptığını haklı çıkartmalı?

O zaman şunu yapmalı insanoğlu: madem kafaya koydu, gidecek sonuna kadar, katlanacak tüm o zahmetlere; işte o zaman üzülmemeyi öğrenmeli. Şimdi bizler olsun diye istedik durduk, uğraştık ama olmadı, zamanımız da kayboldu gitti, o zaman pişmanlığı kaldırmalı. Tecrübeyle sabitlendi çünkü. Ya da Mevlana’nın da dediği gibi kısa zamanda bekleyip görmeli daha mı iyisi olacak diye. Her durumda sonucu belirlemek yine insanoğluna düştü.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Özür Dileme Sanatı

 İngilizlerin kelime zenginliğine bayılıyorum. Farklı durumlar için kullandıkları farklı tamlamalar, nereye çeksen oraya gitmeyen kelimeler, üstüne üstlük aynı anlamı veren birden fazla kelime. Tamam, sonuncusu işi biraz zorlaştırabiliyor kabul ediyorum. Ama diğer ikisi, özellikle de ilk söylediğim gerçekten takdir edilecek bir konu. Mesela, özür dileme kalıpları şu son günlerde baya ilgimi çekiyor. Birinden gerçekten özür dilenmesi gerekiyorsa “ I apologize”, yaptığının yanlış olduğunu düşünüyorlarsa ve eğer o küçük bir hataysa “I’m sorry” diyorlar.  Dışarıdan bakıldığında ya da bir filmde çevirmenin yaptığı çeviriyi gördüğümüzde ikisini de birbirinden pek fazla ayırmadıklarını görürüz. Ama derinine inip biraz düşününce aslında ikisinin de ne kadar farklı olduğunu anlamak çok da zor değildir. Aralarındaki farka ve benim neden bu konuya kafa yorduğuma ayrıca neden bu yazıyı yazdığıma gelecek olursak; biz büyük bir hata yaptığımızda da, birini kırdığımızda ya da yanlış bir şey yaptığımızda da, mesela işe geç kaldığımızda ya da ödevimizi yapmadığımızda, birine yalan söylediğimizde, birini aldattığımızda, biriyle tartıştığımızda da her alanda özür diliyoruz. Ve bazen o kadar çok yanlış yapıyoruz ki sık sık dile getirilen “özür dilerim”lerin bir anlamı kalmıyor. Çünkü biz biliyoruz ki bir hata en fazla bir defa yapılır ve özür dilemenin garantisi bir daha onu yapmamaktır. Oysa biz tekrarlanma ihtimali olan her şey için bu kalıbı kullanıyoruz ve bir süre sonra o özürler etkisini tamamen yitiriyor. Bir ara biz de İngilizler gibi tekrar olması muhtemel şeyler için sadece üzgün olduğumuzu belirtsek de geri dönülmez şeyler için özür dilemeyi seçsek, işte o zaman da özrün kıymeti olsa, hı, ne dersiniz? Çünkü biz biliriz ki üzgün olduğumuz her şeyin bir telafisi vardır, onu özürle kirletip telafi etmekten kaçmamak biz yakışacak olandır.

9 Ekim 2011 Pazar

RUHUNU ÖZGÜR BIRAK

Hafızanın güçlü olması, birçok şeyi unutmamak bize hep güzel gelmiştir. Anılar daima aklındadır. Ertesi gün yapman gerekenleri bir tomar kağıt harcamak yerine aklının bir köşesine yazarsın. Yeni tanıştığın birinin adını, bir sonraki buluşmada çok çabuk anımsayıverirsin. Doğum günleri, özel günler hep aklındadır. Bundan hoşnutluk duyarsın. Ama bazı şeyler vardır ki; onlar, hafızan yetersiz de olsa unutulmazlar. Hayatına iz bırakırlar. Ruhuna iz bırakırlar. Daha doğrusu sen bunun hep böyle olacağını zannedersin. Gel gör ki hafızanın kuvvetliliği de zayıflığı da senin o iz bırakır sandığın şeyleri unutmanda etkili olamaz. Çünkü çok geniş bir anlama sahip olan bir ilaç vardır ve o öyle belirsiz bir yerdedir ki her şeyi siler götürür. Adına zaman derler onun.

Unutmak istediğiniz kötü anılarınızdan kurtulmanın en etkili ve sağlam yolu gerçekten de zamana bırakmaktır. Çünkü zaman öyle değişik, öyle garip ve belki de henüz biz bilemesek de öyle faydalı bir kavramdır ki, henüz siz neyin ne olduğunu çözemeden hayatınızda tüm kontrolü ele geçirir. Peki, ne için? Sizi bir sonraki evreye daha güçlü hazırlayabilmek için. En anlaşılırından bir örnek verelim ve ayrılığı ele alalım. Olayı daha da dramatik hale sokmak için severek ayrılanları örnek alalım. Karşı taraf kendisini sevmediğini söylediğinde duruma alışmaya çalışan kişi, en başlarda dünyada yerinin daraldığını düşünmeye başlar. Ruhunun bir mengeneyle sıkıştırıldığını düşünür ve çoğu zaman nefes alamaz. Önceleri sevdiğinin kokusu, gülüşü, ses tonu, gözlerinin rengi hepsi aklındadır. Hafızası da güçlüyse vay o zaman haline. Sürekli aklına nüfuz eder anıları. Birlikte yürüdüğü yollardan tek başına geçerken, oturdukları mekanlarda bu sefer tek başına otururken her şey gözünün önüne yaşandığı an kadar net geliyor. Adeta karşısında bir anı televizyonu varmış gibi. Bütün günü onu düşünerek geçiren kişi, gece olup da uyuma vakti gelince anılarına sarılarak uyur. Sabah uyandığında ise bunların hiçbir zaman kaybolmayacağını, ruhunda derin izler bırakacağını, ruh halinin sürekli böyle bunalacağını düşünür durur. Oysa aradan zaman geçince, şöyle birkaç hafta ya da ay, olaylar soğumaya başlayınca tüm o yakıcı unsurlar da etkisini yitirmeye başlar. Kişi hiç farkında olmaz bunların. Yeni bir günde, bir önceki güne oranla daha az şey hatırlar. İlk gün yanıbaşındaymış gibi hatırladığı o gülüş, o koku, telefondaki “selam” nidası hepsi tükenir. Bir sabah uyanır, yüzünü hatırlamakta güçlük çeker. Elbette ki tamamen unutmaz. Sadece ikisine özel o ayrıntıları artık hatırlayamaz. Gülüşünde ya da üzüntüsünde yüzünde beliren o derin çizgiler, yüzüne biçimine veren hatlar teker teker silinir. Unutmasın diye kişi, dönüp dönüp fotoğrafları inceler ama o ayrıntıları göremez. Çünkü onlar fotoğrafta görülmez. Onlar birlikteyken, yüze dokunan parmak uçlarıyla hissedilecek ayrıntılardır.

Aradan biraz daha zaman geçer. Bu sefer de önemli günler unutulur. Daha doğrusu o günleri gelişi. Takvime bakmadan, içinizde bir şeyler kıpırdamadan yaşamaya başladığınız anda sizin için o günün de sıradan bir günden farkı olmaz. Eğer gayriihtiyarî dönüp de takvime bakarsanız, işte o zaman yüzünüzde bir solgunluk olur. Ama zamanla bu da geçer. Alışkanlıklar, istekler, hayaller, arzular, düşünceler, birliktelikler. Hepsi zamanla geçer.

Uzun lafın kısası, kişi ruhunu özgür bırakmaya başladığında zamanın da yardımıyla her dönemden sonra yeniden doğar. Önemli olan o yeni doğumun ne kadar güçlü ya da zayıf olduğu, neler getirip neler götürdüğü değildir bence. Asıl önemli olan, ruhunu en kısa sürede salıverip, zamanın sağladığı devayı en kısa zamanda özümseyebilmektir. Çünkü yaşam yeniden doğuşumuza izin vermeyecek kadar kısa olabilir.