Bu Blogda Ara

23 Temmuz 2012 Pazartesi

İki Sevda Arası


İki sevda arası bir yalnızlık şarkısı kadardır. Eskisi sona erer, bir gün bir söz duyarsın, o bir şarkıya aittir. Gözlerini kapatır dinlersin, şarkıyla bütünleşirsin. Anılarına dalarsın, hayaller kurarsın eski anılarınla geleceğe dair, boş soğuk bir geleceğe ait. Gözlerin kaşınmaya başlar, yavaşça açarsın, kenarından iki damla gözyaşı süzülür. Ve yenisi karşında duruyordur. İki sevda arası bir ayrılık şarkısı kadardır, o kadar.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Bazen, bazı insanlar hep aynı.


İnsan görünüşte aynı şeylerden yaratılmıştır. Biraz kemik, biraz deri, biraz organ. Herkeste vardır bunlardan. Hepimiz iki göze, bir buruna, iki kulağa sahibimizdir. Ancak genelden özele inecek olursak bizi diğerlerinden ayıran şeylere de sahibidir: kan grubu, boy, DNA, v.s. Özelde olan bu tür şeyler bizi biz yapanlardır, bize özümüzün ne olduğunu anlatır. Bir kimlik verir bize. Tanımlanmamızı sağlar. Görünüşte aynı özellikleri sahip tüm herkesten ayrılmamızı sağlar. Düşüncelerimiz de bir bakıma öyledir aslında. Genelde çoğu insanlar aynı şeyleri düşünürüz: okumak, çalışmak, hangi yemeği yiyeceğini düşünmek. Ama özele indiğimizde bize özümüzü veren kendi düşüncelerimizdir. Bizi biz yapan yalnız ve yalnızca bize ait olan düşüncelerimizdir. Aynı DNAlarımız gibi birer kimlik kazanmamızı sağlar. Hayatımızı şekillendirip, yolumuzu çizer. Peki, bir düşünceyle başkalarından çok rahatça ayrılabiliyorken neden hep aynı olanı düşünürüz? Neden başkalarının düşüncelerini hiç sorgulamadan kendimizinmiş gibi belleğimize işleriz? Ya da düşünceler davranışlara dönüştüğünde neden hep aynı tepkileri veririz? Neden daha ılımlı değilizdir ya da daha sinirli? Daha yırtık ya da daha çekingen? Daha suratsız ya da daha güler yüzlü? Kendimize kondurabileceğimiz o kadar sıfat varken neden hepimiz bir yerde aynıyızdır? Cevabı aslında çok basit; “korkağız!”. Farklı olduğumuz anlaşılacağı zaman barınamayacağımızı biliriz ve kendimize yol açmak için didinmekten, uğraşmaktan çekiniriz. Bu yüzdende birbirimizi taklit ederiz. Çoğu zamanda bunu bilmeden yaparız. Çünkü doğumumuzdan beri öğretilenler bizi buna iter. Başkalarının doğruları, başkalarının yanlışları. Koskoca ömürlerimiz boyunca öğrendiklerimiz hep başkalarının hayatları. Doğal olarak davranışlarımıza yansıyan da başkalarının davranışları. Farklı olamayız, biri ne yapıyorsa biz de onu örnek alırız. Farklılığımızın farkına varmadan bir ömür geçiririz. Bazen, hep aynı olan o bazı insanlardan oluruz. Ve bir gün gelir, kendimize bile ait olmayan bir törenle bize bile ait olmayan bir yere gönderiliriz. Başkalarının omuzlarında, onların hayatlarını yaşamışlığın verdiği bilinçsiz memnuniyetle.

19 Mart 2012 Pazartesi

60 "

Geçen sene şubat zamanlarıydı… Bir arkadaşımla görüşmüştük. Şubat olmasına rağmen ılık bir hava vardı, görüştüğümüz gün. Havanın da güzelliğinden faydalanmak için cadde boyu yürümeye başladık. Uzun zamandır görüşemediğimiz için konuşacak şeyler birikmişti, haliyle de koyu bir muhabbete daldık. Bana, uzun uzun kendiyle ilgili önemli bir konudan bahsediyordu. “Duygularımı ifade edemiyorum ben.” demişti. “Hissettiğim şeyleri sevdiğim insanlara gösteremiyorum ve bunun için çok üzülüyorum.” diye de devam etti. Sonra birden hayatımda o güne kadar üstümde hiç durup düşünmediğim ve duyduktan sonra da içimi ezen ve ilginç bir şekilde mantıklı gelen şu cümleyi kurdu: “Bir gün ölürsem, geride bıraktığım insanlar onları ne kadar sevdiğimi bilmeyecek. Benden daha önce bunu hiç duymamış olacaklar!”. Ona kendimce önerilerde bulunmaya çalıştım ama verdiğim öneriler kurduğu bu cümlenin altında yatan derin üzüntüyü bastıracak kadar etkili değillerdi. Biraz daha yürüdük ve o günün kapanışı yaparak evlere dağıldık. Üzerinde biraz zaman geçti, cümle aklımda hala, aynı netlikle sözcükler dönüp duruyor. Düşünmeye başladım. Neden haklı, diye sordum kendi kendime. Haklıydı çünkü; insanoğlunun doğduğu andan itibaren duymaya en aç olduğu ve belki de söylemesini çok istediği diğer insanlar tarafından söylenemeyen bir cümle “seni seviyorum.”. Ve biz yaşadığımız süre boyunca bunu o kadar az telaffuz ediyoruz ki! Bazen karşımızdaki bizim söylememize gerek kalmadan onu anlasın istiyoruz, bazen söylemeye dilimiz varmıyor, bazen de bilinçli olarak erteliyoruz. Oysa her insanın tekil olarak anlayış biçimi farklı ve kendine özgüdür. Bazen biz ona onu sevdiğimizi göstermeye çalışırken o bunun aksini anlayabilir veyahut da yetersiz bulabilir. Ama küçük bir telaffuz bazen karşıdakine tarif edilmesi imkansız duygular da yaşatabilir. Ve biz bunu dillendirme şansı bulamadan bir gün ölürsek eğer, geride bıraktıklarımıza hayata tekrar dönüp seni gerçekten seviyorum deme şansımız olmayacak hiçbir zaman. Ben bugüne kadar bu şansı elde edebilmiş kimse görmedim, bilmiyorum çok büyük ihtimal sizler de görmediniz. Ama bu pişmanlığı yaşayan çok kişi gördük. Peki ne yapmalı insan? Şu noktada herkesin görüşü farklı. Başkasından duyarsam söylerim diye düşünenler de var, biraz alışkanlık yapsam söyleyebilirim diye düşünenler de var, asla ama asla ben bunu söyleyemem diyenler de var. İlk iki seçenek için umut var, bu noktada benim sözüm aslacı’lara: Arkadaşımla yaptığımız bu konuşmanın üstünde henüz bir ay geçmemişti ki Japonya’da çok büyük bir deprem meydana geldi. Şiddeti o kadar büyüktü ki en uzağındaki ülkeleri bile etkileyebildi. Nükleer santrallerde sızıntı meydana geldi ve deniz yoluyla bu sızıntı taa İtalya açıklarına kadar geldi. O zamanlar televizyonlarda en çok bu haber gösteriliyordu ve santraller soğumazsa yayılan radyasyonun tüm dünyayı etkisi altına alabileceği konuşuluyordu. Korkuyordum, İtalya çok da uzakta sayılmazdı. Aklımdan ölebileceğimize dair birçok ihtimal geçiyordu. Yine bunu düşündüğüm günlerden bir gün, arkadaşımın cümlesini hatırladım. Korkum daha da büyüdü. Sebebi benim onu söyleyemem değil yeterince telaffuz edip etmediğimi bilmememdi. O günün ertesi günü okula gittim ve çevremdeki çok sevdiğim dostlarıma “Eğer biz bu felaketten dolayı ölürsek, bil ki seni seviyorum.” dedim. Hatta hepsine tek tek söyledim. Biraz daha rahatlamıştım, belki sesimi diğerlerine duyuramamıştım ama duyurabildiklerim vardı. Aradan çok uzun bir zaman geçti, konu etkisini yitirdi, yaz geldi. Hiç hesapta yokken başka bir arkadaşım aracılığıyla hayatın son altmış dakikasına dair bir yazı okudum. Orada da ölüme son bir saatiniz kaldığını bilseniz neler yapardınız konulu bir makale vardı. Ve benim benzer konular üzerine ikinci kez etkilendiğim andı. İsteyerek bu konuyu kışınki durumla bağdaştırdım ve o son altmış dakika bana bahşedilmiş olsa daha önce söyleyemediğim, fırsat bulup da dillendiremediğim ya da bir kez daha söylemek istediğim tek cümleyi çevremdekilerle paylaşmak isterdim. Çünkü o ana kadar yapıp yapabildiklerim o kadar olacak ve o son altmış dakikada yapılacak en mantıklı şey bana seni seviyorum demek geliyor. Demem o ki ben düşüncelerimin gidişatını değiştirecek iki küçük olay yaşadım ama biraz istersek bu olaylara hiç gerek kalmadan da biz bu değişikliği yaşayabiliriz. Korkmamıza, çekinmemize aslında hiç gerek yok. Biliyorum, belki daha önceden yeterince duymadık, cesaret edemedik dillendirmeye ama şuna inanın ki zorluk ancak bizim çektiğimiz sınırlar kadar vardır. Her ne kadar duygu dolu ve anlamlı bir cümle de olsa söyleyebilmek bir düşüncenize bakar: “Ben söylerim!”. İnanın bahsettiğiniz zorluk, sizin yüklediğiniz anlamdır sadece.

5 Mart 2012 Pazartesi

Ruhum Senle Tok

Oysa o kadar belli oluyordu ki özlediğim… Her yanım anlatmaya çalışıyordu: “Özledim!”. Ama olmuyordu, hayat seni bana geri getirmiyordu. Ben koştukça o seni biraz daha çekip alıyordu benden. Her seferinde çaresiz yumuyordum gözlerimi. Belki hayalin gelirdi, belki o zaman hayat ihanet etmeyip seni bana getirirdi. Çok mu şey istiyorum acaba, diye soruyordum bazen. Bir insanı istemek ne kadar çok olabilirdi ki, onun eksikliğinin yarattığı çokluğun yanında? Aç gözlülüktü belki benim yaptığım, kabul, ama şükürler olsun ki ruhum senle tok. Burada olsan da olmasan da hissedebiliyorsam hala seni, yaşadığım tüm bu olumsuzluklara bile şükürler olsun. O küçücük zaman bile yeterliydi, sevdiğim.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Neden?

Dün, çok farklı bir gündü benim için. Normalde her gün aklıma gelen sen, dün bir türlü gelmek bilmiyordun. Önce günün yorgunluğuna verdim. Boşver, dedim. Nasıl olsa gece aklına gelir. Gece oldu, yastığımla başbaşa kaldım ama sen yine yoktun. Bu sefer kendimi zorladım düşünmek için. Önce gözlerini getirmeye çalıştım aklıma, o çok beğendiğim gözlerini. Çizebildim zihnimde rahatça. Sonra yüzünü hatırlamaya çalıştım. Daha çok zorladım kendimi ama olmadı. İlk defa dün gece hatırlayamadım yüzünü. Bulanıklaşmıştı her şey. Sonra belli belirsiz bir gülümseme belirdi zihnimde. Birkaç dakika sonra o da gitti. Ne oluyor, dedim kendi kendime. Neden yapamıyorum? Dünden bugüne ne değişti? Neden bir çift gözle bir yarım gülümseme kaldı geriye, bu gece ne olmuş olabilir? Ertesi gün oldu. Yine bir yokluk, yarım bir hatırlama. Nice sonra fark ettim, sen bugün bir kez daha bir başkasının hayali oldun. Ben bugün bir kez daha anılarımdan koptum.

11 Aralık 2011 Pazar

Yağmur ve Gökyüzü

Yine bir erkenden uyanış.. Bu sabah da önceki sabahlar gibi erkenden uyandım yağmurun sesiyle. Kış, bu sene erken gelmişti. Önceleri soğuk yüzünü gösteren hava yerini ıslaklığa bırakmıştı. Bu sabah da o ıslaklığa şahit olduğumuz sabahlardan biriydi. Gece yarısı başlayan yağmur belli ki ilerleyen dakikalarda şiddetini arttırmış ve deyim yerindeyse bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Odam karanlıktı, evde çıt çıkmıyordu. Yorganımı kaldırdım ve yatağımın içinde doğruldum. Saatin tik taklarından başka duyulan tek ses dışarıdan gelen yağmurun sesiydi. Kuvvetli bir sesi vardı. Gökyüzü yine bir şeye sinirlenmiş olmalıydı. Ben bazen doğanın derdini bir şekilde anlattığını düşünürüm. Nasıl insan anlatarak rahatlıyorsa, diğer canlılarda öyleydi. Gökyüzünün anlatma şekli de yağmuru yeryüzüne göndermekle oluyordu. Belli ki dolmuştu, kendisine yapılan çirkinliklere üzülmüş, onları biriktirmiş, en sonunda da dayanamayıp patlamıştı. Kendinden sıkıntıları uzaklaştırmak istiyordu. Yağmur, bir müddet bu hızla yağmaya devam etti. Sonra damlalar yavaşlamaya, bulutlar dağılmaya başladı. Hava biraz aydınlanınca yatağımdan kalkıp balkona çıktım. Ürpermiştim, soğuk hala devam ediyordu. Elimi dışarıya uzattım. Tenime değen yağmur damlaları beni biraz daha ürpertti. Derin bir nefes aldım ve kokuyu içime çektim. Bu koku ikimizin en sevdiği kokuydu. Yağmurun altında birlikte yürürken onun dinmesini bekler sonra da toprak kokusunu alabilmek için bahçelere dalardık. O zamanlar benim kokladığımın içinde senin kokun da olduğundan mıdır bilinmez aynısını alamıyorum artık hiçbir yağmurun ardından. Şuanda da aynısı oluyor, bir farklı kokuyor artık toprak. Eskisi gibi sevemiyorum artık bu kokuyu. Onun için de başka şeylerde medet ummaya başladım. Gökyüzünü sevmeye başladım mesela. Birbirimize çok benziyoruz çünkü. O, içinde biriktirdiği çirkinlikleri dünyaya gönderirken ben de her bir yağmur damlasıyla içimdekileri akıtıp arınıyorum onunla birlikte. Yüreğim yağmurun sesiyle bir olup, onun her damlasının düşmesiyle aynı anda atıyor artık. O, yüklerinden kurtulurken, ben de senden arınıyorum onunla birlikte. Senden ve geride yarım bıraktığın yaşanmamışlıklardan.

21 Ekim 2011 Cuma

Olmuyorsa Zaten Olmaz

Hani Hz. Mevlana demiş ya bir şeyi çok istediğin halde olmuyorsa ya olmaması gerektiğindendir ya da daha iyisi olacağındandır diye, işte durup düşündüğünüzde aslında hayatınızın tam olarak da bu sözün etrafında şekillendiğini görürsünüz. Nefes aldığımız müddetçe sürekli didinip dururuz. Hedeflerimiz uğruna daima çabalar dururuz. Uzak da olsa o hedef, o kadar uğraşırız ki onu yakına getirmek için. Tabi bunlarla ilgilendiğimiz sürece de hiç farkında olmayız kaçıp giden günlerin. Bir maratonun ortasındaki koşucular gibi. Nefes bile almadan, durup dinlenmeden, düşünmeden sürekli koşarız. Hedefe ulaştığımızı düşündüğümüzde ya da gerçekten ulaştıktan sonra onu yitirince, işte o zaman geriye dönüp bakmak gelir aklımıza. Ne kadar zaman kaybettiğimizi fark ederiz, geçip giden günlerimizi, uğruna harcadığımız diğer fırsatları, o süre içerisinde diğer insanlarla olan ilişkilerimizi. Bunların hepsini bir masaya oturtsak hepsinin de sonunda birer birer bizi terk ettiğini, düşündüğümüzde anlarız. Belki de körü körüne bağlanmamış olsaydık o uğraşa, kaybımız çok fazla olmayacaktı. Şu kısacık ömrümüzün o değerli anları çalınmayacaktı. Bu sebepledir ki uğruna savaştığımız olaylar döngüsü için en başta kör olmamak gerekir. İstediğin zaman bir adım geri atıp artısını eksisini görebilmek gerekir. Elbette ki hiçbir şey için savaşmayalım, kılımızı bile kıpırdatmayalım demek değil bu. Savaşalım, sonuna kadar gidelim gerekirse. Ama sadece gerekirse. Sonunda umut varsa. Gerçekten değeceğini düşünüyorsak. Ama bizler insanoğlu değil miyiz zaten? En sonunda yine hata yapmaya mahkûm olmayacak mıyız? Kısacası hatalar da, yanlışlar da bizim değil mi? Sonuna kadar gitmesek ya da o elimizden yitip gitmese anlayabilecek miyiz en başından sanki değeceğini? Tecrübeyle sabitlemedikçe neyin doğru olduğunu bilebilecek miyiz? Madem şu yazı içerisinde bile bir ikilemde kalıyoruz, o zaman ne yapmalı insanoğlu, ne yapmalı da hem bu sözü hem de yaptığını haklı çıkartmalı?

O zaman şunu yapmalı insanoğlu: madem kafaya koydu, gidecek sonuna kadar, katlanacak tüm o zahmetlere; işte o zaman üzülmemeyi öğrenmeli. Şimdi bizler olsun diye istedik durduk, uğraştık ama olmadı, zamanımız da kayboldu gitti, o zaman pişmanlığı kaldırmalı. Tecrübeyle sabitlendi çünkü. Ya da Mevlana’nın da dediği gibi kısa zamanda bekleyip görmeli daha mı iyisi olacak diye. Her durumda sonucu belirlemek yine insanoğluna düştü.